Birçok kişi tarafından, yazılan en kusursuz roman kabul edilir Anna Karenina. Bana soracak olursanız bu roman, benim de okuduğum en iyi kitaptır.
Ergin Altay’ın çevirisi ile “İçim nefretle dolu, öcümü alacağım.” sözü açılır kitap. İlk yapraktaki bu cümle, kitabın sonunda kendini hatırlatır. Ergin Altay, kitapta bu sözün İncil’den alıntı olduğu belirtilmediği için çeviri yaparken serbest davrandığını söylemiştir, ama yine de İncil’de geçen “Öç benimdir, karşılık vereceğim.” (dedi Rab – Romalılar, XII, satır 19) epigrafını da çağrıştırır bu söz.
Anna Karenina’nın yayımlandığı zamanlarda (Roman 1873-1877 yılları arasında Ruskii Vestnik’te diziler halinde yayımlanmıştır.) Tolstoy’a kitapta ne anlattığı sorulması üzerine Tolstoy: “Anna Karenina’da ne anlattığımı anlatabilmek için onu size ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir.” cevabını vermiştir. Lev Tolstoy’dan yaptığım bu alıntıdan sonra iç rahatlığı ile söyleyebilirim ki kitabı anlatırken tüm güzelliklerini ortaya çıkarmam mümkün değil ama zihnimde yer eden tüm kısımları sizlerle paylaşacağım.
“Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” diye başlayan roman, okuyucuları Oblonsky ailesinin mutsuzluğuna tanık eder önce. Ayrılmanın eşiğindeki Oblonsky çifti ile birlikte üç çift vardır başlangıçta: Dolli-Stiva, Anna-Karenin, Kitti-Vronsky. Levin ise bu başlangıçta üç çiftin dışında kalan, ayrı bir karakterdir ve en az Anna kadar önemli bir yere sahiptir kitapta. İki ana karakterden biri olan Anna(diğer ana karakter ise Levin), ağabeyi Stiva’nın evliliğindeki problemleri çözmek amacıyla St. Petersburg’dan Moskova’ya giderken yaptığı tren yolculuğunda kendisine arkadaşlık eden kontesin oğlu ile tanışır. Genç ve yakışıklı bir subay olan Vronsky’ye âşık olunca Anna, içinde aşk olmadığını en başından beri bildiği evliliğini sorgulamaya başlar. Teyzesinin isteği üzerine evlendiği bürokrat kocası Karenin’in bazı huyları, artık Anna’ya itici gelir hatta Vronsky’ye duyduğu aşk güçlendikçe içten içe kocasından iğrenmeye başlar. Anna ile Vronsky bir çift olunca Anna-Karenin çifti ve Kiti-Vronsky çifti bozulur, Karenin ve Kiti de Levin gibi yalnız kalır.(Daha sonra Kiti ve Levin çift olacaktır.)
Tolstoy, Anna karakterini öyle bir çizer ki onun en dişi taraflarını da görürüz, kimi zaman çelişkiler arasında kalsa da yüreğinden hiçbir zaman tamamen eksik etmediği annelik duygusunu da hissederiz. Her şeyden önce, tutkulu bir karakterdir Anna. Roman boyunca gelgitler yaşar ama yüreğindeki tutkuyu hiç yitirmez ki bana göre, sonunu hazırlayan da bu tutkusu olmuştur.
Levin karakteri ise hepimizin bildiği gibi yazarın romana yansıma biçimidir. Tolstoy’un karakterine ayna tutan Levin, asla Anna’nın gölgesinde kalmaz; aksine romanın asıl dokusunu oluşturur. Roman boyunca içsel yolculuğuna tanık olduğumuz Levin, Şçerbatskaya kız kardeşlerinin en küçüğü ile yaptığı evlilikten sonra kendini bulmaya çalışır ve aramaktan da büyük mutluluk duyar.
Olay akışına dönecek olursak Anna, kocasını terk edip Vronsky’nin metresi olmayı arzular, çünkü kocasının yanında bitmek bilmeyen bir mutsuzluk hissi içinde yaşar. Öte yandan âşığı Vronsky’nin yanında kendini açlıktan ölmek üzereyken karnı doyrulmuş bir dilenci gibi hisseder, kendi sözleriyle. Karenin’den ayrılmak ister, ama Anna çok sevdiği oğlu Seryozha’yı bir daha görememekten korkar ve kocasından ayrılmak yerine Vronsky’den olma çocuğunu evinde dünyaya getirir. Doğum öylesine sancılı geçer ki Anna öleceğini sanır ve iyi bir Hristiyan olduğuna inandığı kocasından kendisini bağışlamasını ister. Kocası Karenin Anna’yı bağışlar, ancak Anna huzur içinde ölümü beklerken hayata mutsuzluk içinde devam ettiğini görür ve kocasını terk eder. İleride, aşkın ne demek olduğunu anladığında oğlunun, kendisini affedeceğini umarak Vronsky ve yeni doğan bebeği ile birlikte İtalya’ya, güney sahillerine kaçar.
Vronsky’nin kendisini terk etmesi üzerine hastalanan Kiti, sağlığına kavuşunca daha önce reddettiği Levin tekrar karşısına çıkar. Artık Kiti kendini daha olgun ve eski yıllara göre tamamen değişmiş hissetmektedir. Levin bir kez daha Kiti’ye bir kez daha evlenme teklifi ettiğinde Kiti ile Levin de bir çift olurlar ve tekrar romanın başındaki şekle döneriz. Tıpkı romanın en başında olduğu gibi bu kez de yalnız kalan bir karakter(Karenin) ve üç çift vardır: Anna-Vronsky, Kiti-Levin, Dolli-Stiva.
Tolstoy’un dehasına gerek zaman konusunda gerek olaylar zinciri konusunda hayran kaldım, tasvirlerini okurken de yazarın önünde eğilmek istedim. İnanıyorum ki bir erkek yazar, ancak bu kadar iyi çizebilirdi bir kadın karakterin portresini. Anna Karenina karakterini çizerken elbet bir erkek gözüyle bakmış, ama kitabın her yerinde objektifliğini korumuş.-kitabın sonunda, her ne kadar Anna’yı cezalandırsa da.-
Bireysel bunalımların temeline toplumsal değişmeleri de yerleştirmekten çekinmemiş Tolstoy. Toplum baskısını anlatırken kusursuz davranan yazar, 19. yüzyılın Rus Yüksek Sosyetesindeki Fransız özentiliğini eleştirmeyi de ihmal etmemiş. Ayrıca söylemeden edemeyeceğim evlilik sonucu oluşan akrabalık isimleri Rusçada eksik mi, yoksa bu da yazarın eleştirisinin bir parçası mı bilmiyorum, ama kitabı okurken defalarca enişte kelimesi yerine beau–fréré, baldız kelimesi yerine belle-sour, bacanak kelimesi yerine les beaux-frères, yenge kelimesi yerine de belle soeur kullanıldığını gördüm.
Anna ile Vronsky Rusya’ya geri döndüklerinde Vronsky hayatına kaldığı yerden devam ederken Anna için hayat çok zorlaşır. Burada fark ettiğim şey ise o dönemin kadınlara karşı adaletsiz tutumuydu. Toplum Vronsky’nin yaptıklarını görmezden geliyorken yüksek sosyetenin Anna’ya tutumu kelimenin tam anlamıyla sosyal baskıdır. Özellikle kitabın bir yerinde, yüksek sosyeteden bir kadının, Anna için yasalara karşı gelseydi onu affedebileceğini, ama toplumun koyduğu kurallara karşı geldiği için onu asla bağışlayamayacağını ifade ettiğini çok iyi hatırlıyorum. Buna başka bir örnek ise Anna, yaptıklarından utanmadığını ve pişmanlık duymadığını göstermek istercesine opera izlemeye gitme cesaretini gösterince yüksek sosyeteden bir kadının onu aşağılamaya yeltenmesi üzerine Anna’nın bu toplumsal baskının büyüklüğünün ciddiyetine daha iyi vardığı ve bunun üzerine yaşadığı kederdir.
Levin’in de köy yaşantısını şehirde yaşamaya tercih etmesinin nedenlerinden biridir yüksek sosyetenin bu kendini her şeyin üzerinde gösteren tutumu. Levin şatafattan hoşlanmadığı için şehrin karmaşasından uzak, sakinlik içinde yaşar ve bu sayede onun fikirleri romanın felsefi yönünü oluşturur. Böylelikle roman farklı bir boyut daha kazanır ve yasak aşkı da konu edinmesine rağmen salt bir sergüzeşt odaklı değildir kitabın konusu. Ana karakterleri benzerlik gösterse de “Anna Karenina”yı “Madame Bovary”den ayıran bir unsur da Levin karakterinin romana kazandırdığı boyutlardır.
Anna’nın içinde bulunduğu ruhsal çöküntü, onu bazen onu duygusal sürgünlere hapseder, bazen de kedere boğar. Anna yalnız ve terk edilmiş ister. Bir yandan da oğlunu özlemektedir ve küçük kızını hiçbir zaman oğlunu sevdiği kadar sevemez, kendi de bunun farkındadır. Anna kızını çok zor koşullar altında dünyaya getirmiştir ve yaşadıkları gereği kızının sevgiye daha muhtaç olduğunu düşünür, fakat yine de kızını sevemez. Karenin’den olduğu hâlde oğlunu daha çok sever ve ona hep dindirilmesi mümkün olmayan bir özlem duyar.
Edebiyat tarihinde ilk defa iç monolog kullanılmıştır Anna Karenina romanında. İlerleyen yıllarda Virginia Woolf, James Joyce ve William Faulkner tarafından çok kullanılacak olan bilinç akışı tekniği bir anlatım metodu olarak ilk kez Anna Karenina’da kullanılmıştır. Özellikle Anna’nın, intihar etmek için at arabası ile tren istasyonuna giderken yolda gördüklerine getirdiği yorumları okurken o izlenimler bana Virginia Woolf’un Dalgalar’ını okuyormuşum hissiyatını verdi.
Vladimir Nabokov’a göre, kitabın sonunda Anna’nın ölümü usta yazar Lev Tolstoy’un ona verdiği bir cezaydı ama Vronsky’ye âşık olduğu için değil, ona karşı sadece tensel bir haz duyduğu için dersini almıştı Anna. Buna ek olarak, Levin ve Kiti’nin de kazanan taraf olduğunu düşünüyordu Nabokov, Anna Karenina için yazdığı sonsözde. Benim fikirlerime göre ise Anna’nın Vronsky’ye karşı sadece tensel bir haz duyması onu, Tolstoy’un yarattığı bu karakteri-belki de yazılan en iyi karakterlerden biri- sığlaştırmak, derinliğini öldürmek hatta romana zarar vermek olur.
Anna’nın amacı Vronsky’den intikam almak gibi görünür Anna’nın, kıskançlıklarını dile getirdiği kısımlarda ama onun asıl yapmak istediği intikam almaktan ibaret değildir. Ölerek hem kendi mutsuzluğundan kurtulacak hem de Vronsky’nin üzülüp onu tekrar sevmesini, yüreğindeki aşkın yeniden canlanmasını sağlayacaktır.
Tolstoy’un kitabın daha en başında vurguladığı sözler, mum üzerinden anlattıkları okuyucuyu Anna’nın intihar ettiği bölümünde en doyurucu şekilde tatmin eder bence. Anna’nın yolculuğunun başladığı tren istasyonunda gördüğü, trenin altında kalan adamın, onun zihninde nasıl da yer edindiğini daha iyi anlarız. Anna trene yaklaşıp hangi vagondan sonra atlayacağının hesabını yaparken trenin rayların üzerinden geçerken çıkardığı sesi duyarız o satırları okurken. Anna ve Vronsky’nin gördükleri kabuslar, anlamlarına kavuşup gerçeklik payı kazanmaktadır bu satırlarda. Anna tanrıyı anımsar ve bu huşunun getirdiği duygu ile suya atlar gibi sakinlik içinde kendini rayların üzerine bırakırken beni de gözyaşlarına boğar.
Anna hayatına son verdiği için romandaki yolculuğu bitiremez, Tolstoy ise Levin’e tekrar döner ve olay örgüsüne onun üzerinden devam ederek. Benim fikrimi soracak olursanız, Anna’dan sonra olay örgüsü biter ve kitabın kalanında Anna’nın ölümünden sonra Vronsky dışındaki karakterlerin, nasıl da umarsızca mutluluklarının devam ettiği anlatılır. Kitabın en sonunda Levin’in hayata ve Kiti ile yaptığı evliliğe dair düşünceleri, mutluluğu içindeki tanrısal aşkla bulması ile son bulur.
Hikâyenin temelini oluşturan Anna Karenina’yı yaratırken Lev Tolstoy’un, Puşkin’in büyük kızı Maria Gartung’dan ilham aldığı rivayet edilir. Karakterinin benim için önemine gelecek olursam, karakterin beni en az roman kadar etkilediğini itiraf etmeliyim. Bu yüzden, yazımı bitirirken Anna Karenina’yı kendi kalemimle tasvir etmek isterim:
“Leylak renginin güzelliğine güzellik katacağı düşünülebilirdi ya da yakutu andıran bir kırmızının onu bir mücevherden bile daha değerli kılabileceği… O ise diğer insanların aksine çevresine aldırış etmemeyi bildiği için kendisine yakıştırdığı rengi giymeyi severdi. Giydiği siyah elbiseler onun ilk bakışta göze çarpan zârafetini daha da belirgin hâle getiriyordu. Elbiselerin omuzlarını açıkta bırakması, teninin hoşluğunu ortaya çıkarıyor, beyaz tenine dökülen siyah, bukleli saçları ona eşine ancak değerli tablolarda rastlanabilecek bir estetik katıyordu.
İnsanın içinde orkidenin taç yaprakları kadar hoş duygular uyandıran süt beyazlığındaki teni, sadece İngiliz porselenlerin sahip olabileceği incelikteki bir zârafeti taşıyordu.
Belli belirsiz bir gülümsemeyle kaplanan güzel yüzünde, pembenin yumuşak bir tonunu yakalayan dudakları porselenin üzerindeki gül gibiydi.
İlk bakışta, insanı rehavete çağıran bir hali vardı yüzüne düşen simsiyah buklelerin arasında kendini gösteren yeşil gözlerinin. Gözkapaklarının her başkaldırışında neredeyse kaşlarına dek uzanan uzun kirpiklerinin gölgesi altında kalan bu gözler, karanlığın tam orta yerinden bir ışık huzmesi gibi süzülüyordu. Öfkeye kapıldığı anlarda ise gecenin karasına karışan siyah bir kedinin gözleri gibi parlardı. Sonraları edindiği bir huyla kirpiklerini ise adeta bir kalkan gibi kullanmaya başladı çevresini kuşatan kötülüklere karşı. Belki de ona yapılan kötülükleri görmezden gelmeye çalışmak için kıstığı gözleri, yüreğinde sızlayan acıyı azalttığına inanıyordu. Yine de her bakışı, içinden geçenleri tıpkı bir ayna gibi yansıtıyordu gözlerine. Onu gören, davetkâr baktığı zamanlarda tutkusuna, üzüldüğünde ise içindeki trajediye şahit oluyordu.
Kâh sönmeyen bir neşe, kâh dindirilemeyen bir acı taşıyordu ruhunda ve hissettiği ne olursa olsun daima dik durmayı bilirdi. Günah işlediğini düşündüğü zamanlarda bile insanlardan çekinmek yerine, vakur bir duruş sergiliyordu. Istırabın damlaları ruhuna akarken o, kadehinden cesaret yudumluyordu sanki… Aşkı hissettiği zamanlarda, o duygunun yüreğini öyle doldurmasına izin verdi ki annelik duygusunu yitirdiğinden bile endişe etti. Bazen gözü hiçbir şey görmezdi, bazen de öyle dikkatli bakardı ki zihninde beliren imgelerdeki ayrıntılarla kalbinden aklına doğru bir yol çizerdi.
Çok âşık olduğunu hissettiğinde yüreğinin ağırlığını taşımanın çok güç olduğunu anladı ve bir hastalık gibi onu içten içe kemiren kıskançlık duygusu onu intikam almaya ittiği için geri dönüşü olmayan bir yolda kendini kaybetti.”