Operanın İlahesi, Maria Callas

callas-maria-520c3bb3d0e64 (1)

İnsanın yüreğinde hüzünle akseden, coşkuyla fırtınalar koparan büyüleyici bir ses… Opera dünyasındaki başarıları, aşkları, skandalları ve iniş çıkışlarıyla bir efsane haline gelen Maria Callas, 92. yaşını kutluyor.

Aryalarını dinleyen herkes onun sesinde farklı enstrümanları bulduğunu söylerdi. Bazı eleştirmenler sesini çirkin bulduklarını ifade etse de sesini bir anda değiştirip başka bir şekle sokabilmesi, koloratur sopranoluğu ve başarılı bel canto tekniği tartışmasızdı. Ses rengi ayrı bir tartışma konusuydu, ama onun sesine asıl renk veren şüphesiz aşk ve hüzündü. Yaşadığı hayalkırıklıkları yükselişleri kadar şiddetliydi, kariyerinin zirvesinde umutsuz bir aşka kapıldı. Callas denildiğinde akıllara gelen bir diğer isim, onun ölümsüz aşkı Onassis’ti. Ona duyduğu aşk, hayatının son dönemlerine dek ona ilham verdi, ardından ölümünü getirdi. Opera literatüründe bulunan eserlerin neredeyse tamamına ses verdi ama yaşadıkları sahnede uzun süre kalmasına izin vermedi.

Dünyaca ünlü, Yunan asıllı opera sanatçısı Maria Callas, 2 Aralık 1923’te New York’ta dünyaya geldi. Annesi, ablası Jackie’nin büyük bir müzisyen olmasını istiyordu ve Maria’nın başarısını hep göz ardı etti. Arkadaşı olarak gördüğü tek kişi küçük erkek kardeşi Vassilis’ti.

Maria şarkı söylemeye bayılırdı! Salondaki radyoyu açıp New York Metropolitan Operası’nda şarkı söyleyen ünlü soprano Rosa Ponselle’yi dinlerdi. Bir gün en sevdiği şarkı olan La Paloma şarkısını söylediğinde pencereden sokaklara akseden bu çocuksu ses, yoldan geçen insanları şaşkınlığa uğrattı. Herkes durup onu alkışladığında Maria’nın yeteneği ilk kez fark edildi. Annesi ve ablası ona sırtını döndü, erkek kardeşi ise hayatını kaybetti. Bunun üzerine babasının evden ayrılıp Yunanistan’a dönmesi, Maria için büyük bir yıkım oldu. Annesi onu tavernalara, kışlalara götürüp onun üzerinden para kazanıyordu. Bu sırada Maria giderek şişmanlıyordu, kendisini çirkin buluyordu.

İşi için İtalya’ya gittiğinde İtalyan zengin bir iş adamı olan Giovanni Battista’yla evlendi. Giovanni tüm parasını ve zamanını genç karısına adadı ve onu bir yıldıza dönüştürmek için onun menajerliğini üstlendi. Birlikte oldukları sırada Maria, Milano’da parlayan bir divaydı ancak asıl ününe henüz kavuşmamıştı.

Audrey Hepburn’ün Roma Tatili filmini izlediği sırada onun gibi bir star olmayı arzuladı ve güzelleşmek için zayıflamaya karar verdi. Hollywood starları arasında bir şöhreti olan Doktor Lantzunis’in önerisi üzerine Maria, gözlerini karartır ve zayıflamak uğruna şampanya eşliğinde tenya yumurtaları yutar. La Scala’da Lucia di Lammermoor rolünde sahneye çıktığında, incecik ve çekici bir kadın haline gelmişti.

O dönemlerin en ünlü isimlerimden biri de Yunanlı armatör Aristotelis Onassis’ti. Zenginliğini görgüsüzce gözler önüne seren Onassis’in adını neredeyse duymayan yoktu. Bir gün Onassis, Winston Churchill’in de orada olacağını söyleyerek Maria’yı kocasıyla birlikte ünlü yatı Christina’ya davet etti. Kocası Giovanni, karısını kaybettiğini hissediyordu. Maria, Ari Onassis’e fena halde aşık olmuştu ve zor zamanlarında elinden tutup onu kariyerinde yükselten kocasına rağmen bu adama duyduğu aşkı engelleyemiyordu. Kocasını terk edip resmen evli bir adamı metresi oldu.

Ardından geçen dokuz sene büyük mutluluklar ve şiddetli fırtınalarla doluydu. Adı hep skandallarla anılır oldu. Hep Maria olmayı isterdi ama içindeki Callas buna izin vermedi. Kendini daha öğrenmeye ve çalışmaya vermişti, hırsla dolup opera dünyasının en iyisi olmak için elinden geleni yapmıştı. Tek rakibi olan Renata Tebaldi’yi alt edip La Divina (İlahe) olarak anılmaya başlamıştı. Öte yandan hamile kalmıştı ama Onassis onu bebeği aldırmaya zorlayınca Callas daha önce hiç yaşamadığı türden, derin bir acıya sürüklenmişti. Bebeğin adını Omeros koymak istiyordu, Yunan denizlerinin babası, şairi, ozanı Homeros’tan esinlenmişti. Ari Onassis, öldürülen Amerikan Başkanı John Kennedy’nin eşi Jackie Kennedy için onu terk etti. Tüm inişlerin ardından toparlanıp yeniden yükselen Maria, acısını dindirmek için müziğe sarılmak istedi ama sesini kaybetmişti. Artık matemdeydi… Onassis hakkında gazetecilere şöyle söylemişti: “O benim aşkımdı ve aynı zamanda benim en iyi arkadaşımdı… Ayrıldık ama hiçbir şey değişmedi. Başka bir kadınla bile olsa o mutluysa ben de mutluyum…” Onassis ise yeni evlendiği eşinin hızına yetişemiyordu, Maria’yı reddetmesine rağmen onu özlemeye başlamıştı.

Yetmiş beş senesinde Onassis’in ölümü üzerine Maria Callas, hayatının en büyük yıkımını yaşadı. Müziği tamamen bıraktı ve Paris’te yerleşti, kendini eve kapattı. 1977’de yalnız yaşadığı Paris’teki evinde hayata veda etti. Aramızdan ayrıldığında daha 54 yaşındaydı. Ölüm nedeni raporlarda kalp krizi olarak geçti ama bunun bir intihar ya da cinayet olduğuna dair söylentiler hala devam ediyor.

Maria’nın 16 Eylül’deki ölümünden bir gün önce yakın arkadaşı Bruna’ya verdiği mektupta şunlar yazıyordu:  ‘’Sevgili Bruna, mutlu ölüyorum. Oğlumun ve hayatımın erkeğinin yanına gidiyorum. İyi yürekli Tanrı’nın ebediyen birlikte yaşamamıza izin vereceğini umuyorum. Maddi varlığımla avukatlarım ilgilenecekler. Ama bütün hayatım boyunca bana eşlik eden sevgili dostum, senden son bir ricam olacak. Küllerimin Ege Denizi’ne serpilmesini sağla. Bu benim son arzumdur. Aristo’m Skorpios Adası’nda gömülü. Ben de oraya ulaşmak istiyorum. Onu denizden kucaklayacağım. Deniz onu okşamama izin verecek. Bu yuvama dönmemi ve onunla ebediyen bir arada olabilmemi sağlayacak. Yardım et bana Bruna. Aristo ile bir aşk yaşadım. Kimi zaman güzeldi, kimi zaman kötü. Öykümüzün mutlu sona ulaşması şimdi yalnızca senin ellerinde. Senin Maria’n.’’

Maria Callas, yalnızca yaşadığı zamanın değil, tüm zamanların en ünlü opera sanatçısı olarak kabul edilir. Yorum gücünde yaşadıkları, acıları, hırsları ve sevinçleri gizlidir. Norma’da sizi büyük bir trajediye sürükler, Carmen’de neşe kaynağınız olur, Casta Diva aryası ise onun neden “İlahe” olarak anıldığının adeta bir kanıtıdır. Hüzünlü aryaları içinize dokunur, kulaklarda sesi yankılandığında gözlerden ince ince yaşlar indirir.

Leyla Gencer, La Diva Turca

   leyla_gencer_icin_ozel_doodle13813857570_h1083648

    Çok sevdiğim gazeteci Zeynep Oral’ın beni gözyaşları içinde bırakan Leyla Gencer biyografisinden bir alıntıyla başlamak isterim yazıma, Tutkunun Romanı’ndan:

     “10 mayıs 2008…  O  akşam Milano’nun La Scala Tiyatrosu’nda Şef Lorin Maazel’in yönetiminde “1984” adlı operanın temsili var…

     Temsil başlamadan önce Maestro Lorin Maazel, ağır ağır sahneye çıktı ve acı haberi verdi: “Bugün Leyla Gencer’i yitirdik.”

     Yaşlı şef,  konuşmasını, “Burası, La Scala, onun evi, yuvasıydı,” diye bitirince, orkestra ve tüm dinleyiciler ayağa kalktı. Başlar eğik, gözyaşları arasında, Leyla Gencer için saygı duruşu yapıldı.

     Sonra, maestro sahneden indi, orkestra çukurundaki yerini aldı. İşaretiyle birlikte müzik başladı ve temsil devam etti.”

     16 Mayıs 2008… Güneş,  tanrıçasına veda etmek üzere o hüzünlü bahar sabahını kucaklamıştı. Süreyya teknesi bir kuğu edasıyla süzülüyordu, mağrurluğunu küllerini taşıdığı bir tanrıçadan alıyordu. Leyla Gencer çok sevdiği boğaz sularına kavuşuyordu külleriyle. Bir yandan da teknenin ortasında duran masanın üzerindeki siyah kadife örtünün yasına tezat gibi gülümseyen fotoğrafında elini salıyordu, kendi deyişiyle “yeryüzünün en güzel şehri”ne veda ediyordu. Yunus Emre Oratoryosu’nun son bölümü yankılanıyordu teknede,  Rengim Gökmen’in yönetimindeki İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu’nun icrasıyla. Dolmabahçe’nin kıyısında La Diva Turca’nın vedasını izleyen eden insanları görünce hüzne kapılmamak mümkün değil. Teknedekilere ne demeli peki? Çok değerli bir emaneti taşımalarının gururuyla bu emaneti tutmanın ağırlığı var üzerlerinde. Melahat Behlil ve Zeynep Oral teknenin küpeştesinden külleri bırakıyorlar. Madam Butterfly kendini öldürüyor, Lady Macbeth tutkularına karşı koyamıyor ve başkalarını öldürüyor, Norma kendini ateşlerin ortasına atıyor, Lucia kocasını öldürüyor ve aklını yitiriyor, Leonora sevdiğinin hayatı için kendi hayatını feda ediyor, Aida aşkı için diri diri gömülüyor, Alcesta ise aşk için kendini tanrılara kurban ediyor… Tüm bu kadınlar bir kez daha ölüyor, Leyla Gencer’in külleriyle. Kendilerini yücelten tanrıça yeryüzüne veda ediyor. Külleri o çok sevdiği boğaza kavuşurken, su kutsanıyor ve rengi gümüşe dönüyor. Küllerin savrulduğu yerlerde gümüşler parıldıyor, bahar gününü bir güneş aydınlatıyor. Yirminci yüzyılın son divası yeryüzüne veda aryasını söylüyor… Artık, bitmeyeceğine inandığım bir hüzün başlıyor boğazın yeşil sularında.

     Leyla Gencer’in küllerinin, boğazın sularıyla kucaklaşmasını bir kez daha hatırlıyor ve ruhumun örselendiğini hissediyorum. En derin acılar, en tutkulu aşklar tekrar ses buluyor o sularda. Bu satırları yazarken, La Diva Turca’nın dokunaklı aryalarıyla gözyaşlarına boğuluyorum…

      Henüz çocukluk çağından belliymiş Leyla Gencer’in taşıdığı o derin tutku. Küçükken uçurumun kenarından havaya fırlatılmayı istermiş. Sahnede nasıl yüceldiğini gördüğümüz bir divanın içindeki heyecanın bu kadar erken zamanlarda bile ruhunda barındığını görmek,  onun ruhundaki renkleri daha da canlı kılıyor. La Gencer tüm başarısına rağmen her şeyin kendiliğinden olduğuna inandırmaya çalışıyor bizi. Mütevazı yanının, zârafetinin bir parçası olduğunu bilmesek inanacağız da…

    Her şey onunla başladı, matematik derslerini bırakıp İstanbul Belediye Konservatuvarı’na girdi ve kendisine için bir hedef belirledi: La Scala. Kendisine ses ve solunum tekniklerini öğreten, Fransa’nın önde gelen hocalarından biri olan Reine Gelenbevi biliyordu Leyla Gencer’in geleceğin en büyük şancılarından biri olacağını.

    Genç Leyla, attığı her adımda içindeki azimle yürüyordu ve bu azimden aldığı cesaretle İstanbul’a on beş günlük bir tatil için gelen Arangi Lombardi’nin yanına gitti. Arangi Lombardi’ye, o güne dek gelmiş geçmiş en iyi Aida’ya, Aida operasının ilk aryasını söylemek istedi. Arangi Lombardi, Leyla’nın cesaretini büyük bir şaşkınlıkla karşıladı önce, belki de yadırgadı sesini duyasıya dek. Leyla’nın sesindeki tiz tonları ve muazzam pianissimoları duyduktan sonra tüm tatilini Leyla’nın evinde, onun hocası olarak geçirme kararı alır. Daha sonra, İstanbul’daki konservatuar eğitimini yarıda bırakarak çalışmalarını Ankara’da onun özel öğrencisi olarak sürdürmeye başlar. Hocası Arangi Lombardi ise bir yıl sonra kızını ziyaret için gittiği İtalya‘da hastalanarak hayata gözlerini yumar.

   Leyla Gencer hocasının ölümü ile derinden sarsılır ama kendini yas tutmaya kaptırıp yolu yarıda bırakmaz, çalışmalarını İtalyan sürdürmeye bariton Apollo Granforte ile devam eder.  Ankara’ya geldiğinde solist kadrosunda yer olmadığı için sıradan bir korist olmayı kabul etti Muhsin Ertuğrul’un önerisiyle.  Yine, Ankara’ya geldiği yıl (1950’de) sahnelenmeye başlayan Cavallerina Rusticana operasında Santuazza rolü ile harikalar yaratarak opera kariyerine başladı.

     1953 yılında, Türkiye ile İtalya arasında imzalanan Kültür Anlaşması çerçevesinde bir radyo konseri vermek için Roma’ya gittiğinde La Scala’ya giden yolda önemli bir adım atmış oldu. Burada gösterdiği başarının üzerine Napoli Yaz Festivali’nde sahnelenen Cavelleria Rusticana operası’nda başrol üstlendi. Sonraki sezon ise Napoli’nin ünlü San Carlo Operası’nda Eugenio Onegin ve Madam Butterfly operalarında başrol oynama teklifi aldı hatta Madam Butterfly performansı ile izleyicileri fethetmiş olacaktı ki Napolililer tarafından “Napolili Türk” diye anılmaya başladı. Dokunaklı ve kırılgan söyleyişi öylesine olağanüstüydü ki sahnedeki suflörü bile ağlatmıştı “Un bel dì vedremo “ aryasıyla. Madam Butterfly ile ününe kavuşmasının asıl nedeni ise temsilden sonra Leyla Gencer’i tebrik etmek için gözyaşları içinde onun yanına koşan Ingrid Bergman ile fotoğraflarının, ertesi gün İtalya basınında ilk sayfada yer almasıydı: “Ingrid Bergman’ı derinden sarsan soprano: Leyla.”

    Sene 1957… San Francisco Operası mevsimi iki eserle açmaya hazırlanmıştı: La Traviata ve Lucia di Lammermoor. La Traviata’nın Violetta’sı Leyla Gencer,  Lucia di Lammermoor’un Lucia’sı ise o dönemin ilahesi Maria Callas olacaktı. Sahne korkusuna rağmen yine adından başarıyla söz ettirdi Violetta’ya can veren Leyla Gencer. Lucia di Lammermoor temsiline gelecek olursak tüm biletler çoktan satılmıştıi ama bir hafta kala Maria Callas gelemeyeceğini bildirince San Francisco Operası’nın müdürü Kurt Adler, soluğu Leyla Gencer’in kapısında aldı. Gencer’den beklenen, beş gün sonra Callas’ın yerine Lucia olarak sahneye çıkmasıydı. Leyla Gencer yapamayacağını söyledikçe Kurt Adler ona yalvarıyordu, sonunda karar verdi: “Yaparım!” Tiyatroya kapanıp beş gün boyunda detone olana dek çalıştı, sabahları aryalarıyla karşıladı. Öylesine korkuyordu ki sahneye adım dahi atamadı. Sahne arkasından biri onu sırtından sahneye doğru itmeseydi antreyi kaçıracaktı. Daha ilk aryasını söylemeye başladı ki suflörden bir işaret geldi harika olduğunu ifade eden. İlk perdenin tedirginliğini atıp kendini ikinci perdeye verdi Gencer, üçüncü perdede ise iddialıydı. Lucia di Lammermoor denildiğinde akla gelen o ünlü çılgınlık sahnesinde ise muntazam ses tekniğine eşi benzeri görülmeyen bir oyunculuk kattı. İleride opera literatüründe Donizetti Rönesansı’nın Leyla Gencer ile bağdaştırılacağı o geceden belliydi. Ertesi gün basına yansıyan ifadelere bakılacak olursa yeni Lucia, Callas’ı hiç aratmamıştı hatta geride bıraktığı bile söylenilebilirdi.

     26 Ocak 1957… O gece Leyla Gencer, hayatında her şeyin üzerine koyduğu hedefine ulaştığı geceydi. Sonunda La Scala sahnesinde parıldıyordu, Fransız besteci Francis Poulenc’in Carmelit’lerin Diyaloğu eserinin dünyadaki ilk temsilinde başrolü (Lidoine-başrahibe) oynadığı o gecede. İlk aryasını söylemeye başlarken izleyiciler yeni bir sesle tanışmanın şaşkınlığı içerisinde birbirlerinin yüzüne bakıyorlardı. Operanın kalbinde, La Scala’da yeni bir divanın doğuşuna şahitlik ediyorlardı izleyiciler, operanın kalbi alkışlarla inledi o gece. O zamanın büyüsünü hâlâ taşıyan satırlar, bugün Leyla Gencer’in evinde duruyor Poulenc’in fotoğrafının üzerinde:

     “Sevgili Gencer,

     Size en içten gözyaşlarımı borçluyum. Böyle bir borcun altından nasıl kalkılır bilmiyorum. Size bütün kalbimle teşekkür ediyorum.

     Poulenc. 26 Ocak 1957, Milano.”

     Daha mesleğine adımını atarken söylemişti, bir gün La Scala’da söyleyeceğim diye ve La Scala sahnesinde söyleyen ilk Türk oldu. Türk kimliğini taşımaktan hiç yüksünmedi, ona zorluk çıkarmasına rağmen Türk pasaportu taşıdı ve çevresindeki tüm ısrarlara karşın adını değiştirmelerine şiddetle karşı çıktı annesinden aldığı Polonez inadı ve bağlandığı Anadolu kökleriyle. “La Diva Turca” olarak anıldı, Türk Divası olarak tanıdı onu herkes. Leyla Gencer, birbirinin ardına aldığı büyük övgülerle ile başarısını perçinledi senelerce ama “Devlet Sanatçısı” ünvanına ancak 1988’de, 60 yaşındayken kavuşabildi.

     Parladığı dönemde tutunması o kadar zordu ki… Maria Callas’ın en şatafatlı dönemi Leyla Gencer’in henüz ortaya çıkmaya başladığı zamanlara tekabül ediyordu. Callas ve Tebaldi gibi iki primadonnanın en parladığı bir zaman diliminde gölgede kalmamak mümkün değildi Gencer için. Tüm bunlara rağmen adından çok söz ettirdi kraliçemiz. Kraliçemiz diyorum, yeryüzünün kraliçesinden bahsediyorum Batı ülkelerinde “La Regina” olarak ün kazanan Leyla Gencer’den. Özellikle İtalya’da kendisine yakıştırılan kraliçelik, gördüğü tanrıça muamelesi hoşuna gidiyordu. Gencer nefis pianissimolarıyla, insanın içine işleyen lirizmle söylüyordu aryalarını bir tanrıça edasıyla. Callas’ın mükemmel “Bel Canto” tekniğini daha da ileriye götürdü Gencer. Unutulmuş eserleri yeniden ortaya çıkardı ve onlara can verdi yorulmak bilmeden. Callas – Tebaldi kontrolü altındaki ezici dönemde baş kaldırdı azimle, başarısını da buna borçluydu her şeyi tesadüf, şans olarak kabul etse de. Sesinin Anadolu’dan, çalışkanlığının Polonyalı kanından geldiğini söylerdi.

     Kayıt stüdyolarının soğuk ve itici bulduğu koşullarına asla alışamadığından olsa gerek opera sahnesinden aldığı ilhamı stüdyolarda bulamadı ve sanatı profesyonel kayıtlarla yeterince temsil edilemedi. Yine de bu eşsiz sesin geleceğe taşımasına engel değildi olumsuz koşullar. Temsillerinde ya da radyo yayınlarından yapılan ve sayısı 80’i bulan korsan kayıtlar, plak ve CD’ler, ses kalitesi iyi olmasa da “La Diva Turca”nın eşsiz sesini bugüne taşımak konusunda çok önemli bir görev üstlendi.

    Leyla Gencer, bir diva kabul edildiği gibi araştırmacı kişiliği ve eğitimci yönüyle de mükemmeldi. Romantik dönemin unutulmuş birçok eserini günışığına çıkardı ve bunlara yeniden can verdi. Operaya kazandırdıkları bunlarla sınırlı kalmadı. “La Gencer”,  ses kullanımını tekniğe dökerek dünya opera terminolojisine “Gencerate” olarak geçen kavramı kazandırdı.

     Donizetti ve erken dönem Verdi operalarındaki dramatik koloratura rollerinde sesinin eşsizliğini kanıtlayan Leyla Gencer, lirik sopranodan dramatik koloratüre uzanan 72 rolü kapsayan repertuvarı ile yürekleri doldurdu, göz kamaştırdı sanatına adadığı ömrü boyunca.

    Gencer diskografisinin en önemli parçalarından biri sayılan 13 Ocak 1965 tarihli Norma kaydı, özellikle son perdede gerek olağanüstü dramatik gücüyle gerek insanı duygu seline sürükleyen treatral yapısıyla Maria Callas ile rahatlıkla boy ölçüşebileceğinin kanıtıdır. Bazı icraları kimilerine göre fazla vurgulu hatta abartılı gelse de Leyla Gencer,  sesindeki lirizmin sıcak dokusuyla, cömertçe sergilediği pianissiomalarıyla, kendi geliştirdiği Gencerate tekniğiyle, sahnede büyüleyen teatralliğiyle, sesinin dramatik yapısıyla ve bir tanrıça edasıyla sahnede tüm izleyicileri büyüleyen bir primadonnaydı.  Operanın mabedi olarak kabul edilen La Scala’da tam 25 yıl boyunca primadonna olarak söyleyen Leyla Gencer’in başarılarla dolu kusursuz kariyeri için Opera dergisi eleştirmeni Michel Parouty’nin sözlerini aktarmak çok yerinde olacaktır: “O, çağımızın son divası, kusursuzluğun bir simgesiydi.”

     Sahneye çıktığında görkemli bir diva olduğunu anladığımız Leyla Gencer tevazu ile söz ediyor tüm bunlardan ve anlatmaya gücüm yetmediği için affınıza sığındığım olup biten her şeyden, her şeyin kendiliğinden olduğunu söylüyordu.

     Yeryüzüne vedasının beşinci yılında tekrar sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum ona, ruhunda gizli yüceliği aryalarında duyumsadığım için ve bizlere acının derinliğini kör karanlıklarda, mutluluğu uçsuz bucaksız ufuklarda hissettirdiği için. Çırılçıplak ruhunun boğaz sularında yeniden can bulduğunu sezinliyorum dinlediğim her aryada, dudaklarından “Addio del passato” aryasının döküldüğünü duyumsuyorum ve gözyaşları içinde önünde eğiliyorum saygıyla. Yüreğimde yankılanan Leyla Gencer aryaları, küllerinin savrulduğu sular gibi akıp gidiyor notalar halinde, bir tanrıçanın yeryüzüne vedası içimi burkuyor ve müziğini kucaklayan tutkusuna tanık olduğum için ona şükrediyor bir kez daha hüzne kapılıyorum güzelliği karşısında.                                                   

Anna Karenina

     anna-karenina

     Birçok kişi tarafından, yazılan en kusursuz roman kabul edilir Anna Karenina. Bana soracak olursanız bu roman, benim de okuduğum en iyi kitaptır.

    Ergin Altay’ın çevirisi ile “İçim nefretle dolu, öcümü alacağım.” sözü açılır kitap. İlk yapraktaki bu cümle, kitabın sonunda kendini hatırlatır. Ergin Altay, kitapta bu sözün İncil’den alıntı olduğu belirtilmediği için çeviri yaparken serbest davrandığını söylemiştir, ama yine de İncil’de geçen “Öç benimdir, karşılık vereceğim.” (dedi Rab – Romalılar, XII, satır 19) epigrafını da çağrıştırır bu söz.

     Anna Karenina’nın yayımlandığı zamanlarda (Roman 1873-1877 yılları arasında Ruskii Vestnik’te diziler halinde yayımlanmıştır.) Tolstoy’a kitapta ne anlattığı sorulması üzerine Tolstoy: “Anna Karenina’da ne anlattığımı anlatabilmek için onu size ilk cümlesinden son cümlesine kadar okumam gerekir.”  cevabını vermiştir. Lev Tolstoy’dan yaptığım bu alıntıdan sonra iç rahatlığı ile söyleyebilirim ki kitabı anlatırken tüm güzelliklerini ortaya çıkarmam mümkün değil ama zihnimde yer eden tüm kısımları sizlerle paylaşacağım.

     “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin ise kendine özgü bir mutsuzluğu vardır.” diye başlayan roman, okuyucuları Oblonsky ailesinin mutsuzluğuna tanık eder önce. Ayrılmanın eşiğindeki Oblonsky çifti ile birlikte üç çift vardır başlangıçta: Dolli-Stiva, Anna-Karenin, Kitti-Vronsky. Levin ise bu başlangıçta üç çiftin dışında kalan, ayrı bir karakterdir ve en az Anna kadar önemli bir yere sahiptir kitapta. İki ana karakterden biri olan Anna(diğer ana karakter ise Levin), ağabeyi Stiva’nın evliliğindeki problemleri çözmek amacıyla St. Petersburg’dan Moskova’ya giderken yaptığı tren yolculuğunda kendisine arkadaşlık eden kontesin oğlu ile tanışır. Genç ve yakışıklı bir subay olan Vronsky’ye âşık olunca Anna, içinde aşk olmadığını en başından beri bildiği evliliğini sorgulamaya başlar. Teyzesinin isteği üzerine evlendiği bürokrat kocası Karenin’in bazı huyları, artık Anna’ya itici gelir hatta Vronsky’ye duyduğu aşk güçlendikçe içten içe kocasından iğrenmeye başlar. Anna ile Vronsky bir çift olunca Anna-Karenin çifti ve Kiti-Vronsky çifti bozulur, Karenin ve Kiti de Levin gibi yalnız kalır.(Daha sonra Kiti ve Levin çift olacaktır.)

     Tolstoy, Anna karakterini öyle bir çizer ki onun en dişi taraflarını da görürüz, kimi zaman çelişkiler arasında kalsa da yüreğinden hiçbir zaman tamamen eksik etmediği annelik duygusunu da hissederiz. Her şeyden önce, tutkulu bir karakterdir Anna. Roman boyunca gelgitler yaşar ama yüreğindeki tutkuyu hiç yitirmez ki bana göre, sonunu  hazırlayan da bu tutkusu olmuştur.

     Levin karakteri ise hepimizin bildiği gibi yazarın romana yansıma biçimidir. Tolstoy’un karakterine ayna tutan Levin, asla Anna’nın gölgesinde kalmaz; aksine romanın asıl dokusunu oluşturur. Roman boyunca içsel yolculuğuna tanık olduğumuz Levin, Şçerbatskaya kız kardeşlerinin en küçüğü ile yaptığı evlilikten sonra kendini bulmaya çalışır ve aramaktan da büyük mutluluk duyar.

    Olay akışına dönecek olursak Anna, kocasını terk edip Vronsky’nin metresi olmayı arzular, çünkü kocasının yanında bitmek bilmeyen bir mutsuzluk hissi içinde yaşar. Öte yandan âşığı Vronsky’nin yanında kendini açlıktan ölmek üzereyken karnı doyrulmuş bir dilenci gibi hisseder, kendi sözleriyle. Karenin’den ayrılmak ister, ama Anna çok sevdiği oğlu Seryozha’yı bir daha görememekten korkar ve kocasından ayrılmak yerine Vronsky’den olma çocuğunu evinde dünyaya getirir. Doğum öylesine sancılı geçer ki Anna öleceğini sanır ve iyi bir Hristiyan olduğuna inandığı kocasından kendisini bağışlamasını ister. Kocası Karenin Anna’yı bağışlar, ancak Anna huzur içinde ölümü beklerken hayata mutsuzluk içinde devam ettiğini görür ve kocasını terk eder. İleride, aşkın ne demek olduğunu anladığında oğlunun, kendisini affedeceğini umarak Vronsky ve yeni doğan bebeği ile birlikte İtalya’ya, güney sahillerine kaçar.

    Vronsky’nin kendisini terk etmesi üzerine hastalanan Kiti, sağlığına kavuşunca daha önce reddettiği Levin tekrar karşısına çıkar. Artık Kiti kendini daha olgun ve eski yıllara göre tamamen değişmiş hissetmektedir. Levin bir kez daha Kiti’ye bir kez daha evlenme teklifi ettiğinde Kiti ile Levin de bir çift olurlar ve tekrar romanın başındaki şekle döneriz. Tıpkı romanın en başında olduğu gibi bu kez de yalnız kalan bir karakter(Karenin) ve üç çift vardır: Anna-Vronsky, Kiti-Levin, Dolli-Stiva.

     Tolstoy’un dehasına gerek zaman konusunda gerek olaylar zinciri konusunda hayran kaldım, tasvirlerini okurken de yazarın önünde eğilmek istedim. İnanıyorum ki bir erkek yazar, ancak bu kadar iyi çizebilirdi bir kadın karakterin portresini. Anna Karenina karakterini çizerken elbet bir erkek gözüyle bakmış, ama kitabın her yerinde objektifliğini korumuş.-kitabın sonunda, her ne kadar Anna’yı cezalandırsa da.-

     Bireysel bunalımların temeline toplumsal değişmeleri de yerleştirmekten çekinmemiş Tolstoy. Toplum baskısını anlatırken kusursuz davranan yazar, 19. yüzyılın Rus Yüksek Sosyetesindeki Fransız özentiliğini eleştirmeyi de ihmal etmemiş. Ayrıca söylemeden edemeyeceğim evlilik sonucu oluşan akrabalık isimleri Rusçada eksik mi, yoksa bu da yazarın eleştirisinin bir parçası mı bilmiyorum, ama kitabı okurken defalarca enişte kelimesi yerine beau–fréré, baldız kelimesi yerine belle-sour, bacanak kelimesi yerine les beaux-frères, yenge kelimesi yerine de belle soeur kullanıldığını gördüm.

    Anna ile Vronsky Rusya’ya geri döndüklerinde Vronsky hayatına kaldığı yerden devam ederken Anna için hayat çok zorlaşır. Burada fark ettiğim şey ise o dönemin kadınlara karşı adaletsiz tutumuydu. Toplum Vronsky’nin yaptıklarını görmezden geliyorken yüksek sosyetenin Anna’ya tutumu kelimenin tam anlamıyla sosyal baskıdır. Özellikle kitabın bir yerinde, yüksek sosyeteden bir kadının, Anna için yasalara karşı gelseydi onu affedebileceğini, ama toplumun koyduğu kurallara karşı geldiği için onu asla bağışlayamayacağını ifade ettiğini çok iyi hatırlıyorum. Buna başka bir örnek ise Anna, yaptıklarından utanmadığını ve pişmanlık duymadığını göstermek istercesine opera izlemeye gitme cesaretini gösterince yüksek sosyeteden bir kadının onu aşağılamaya yeltenmesi üzerine Anna’nın bu toplumsal baskının büyüklüğünün ciddiyetine daha iyi vardığı ve bunun üzerine yaşadığı kederdir.

     Levin’in de köy yaşantısını şehirde yaşamaya tercih etmesinin nedenlerinden biridir yüksek sosyetenin bu kendini her şeyin üzerinde gösteren tutumu. Levin şatafattan hoşlanmadığı için şehrin karmaşasından uzak, sakinlik içinde yaşar ve bu sayede onun fikirleri romanın felsefi yönünü oluşturur. Böylelikle roman farklı bir boyut daha kazanır ve yasak aşkı da konu edinmesine rağmen salt bir sergüzeşt odaklı değildir kitabın konusu. Ana karakterleri benzerlik gösterse de “Anna Karenina”yı “Madame Bovary”den ayıran bir unsur da Levin karakterinin romana kazandırdığı boyutlardır.

     Anna’nın içinde bulunduğu ruhsal çöküntü, onu bazen onu duygusal sürgünlere hapseder, bazen de kedere boğar. Anna yalnız ve terk edilmiş ister. Bir yandan da oğlunu özlemektedir ve küçük kızını hiçbir zaman oğlunu sevdiği kadar sevemez, kendi de bunun farkındadır. Anna kızını çok zor koşullar altında dünyaya getirmiştir ve yaşadıkları gereği kızının sevgiye daha muhtaç olduğunu düşünür, fakat yine de kızını sevemez. Karenin’den olduğu hâlde oğlunu daha çok sever ve ona hep dindirilmesi mümkün olmayan bir özlem duyar.

     Edebiyat tarihinde ilk defa iç monolog kullanılmıştır Anna Karenina romanında. İlerleyen yıllarda Virginia Woolf, James Joyce ve William Faulkner tarafından çok kullanılacak olan bilinç akışı tekniği bir anlatım metodu olarak ilk kez Anna Karenina’da kullanılmıştır. Özellikle Anna’nın, intihar etmek için at arabası ile tren istasyonuna giderken yolda gördüklerine getirdiği yorumları okurken o izlenimler bana Virginia Woolf’un Dalgalar’ını okuyormuşum hissiyatını verdi.

     Vladimir Nabokov’a göre, kitabın sonunda Anna’nın ölümü usta yazar Lev Tolstoy’un ona verdiği bir cezaydı ama Vronsky’ye âşık olduğu için değil, ona karşı sadece tensel bir haz duyduğu için dersini almıştı Anna. Buna ek olarak, Levin ve Kiti’nin de kazanan taraf olduğunu düşünüyordu Nabokov, Anna Karenina için yazdığı sonsözde. Benim fikirlerime göre ise Anna’nın Vronsky’ye karşı sadece tensel bir haz duyması onu, Tolstoy’un yarattığı bu karakteri-belki de yazılan en iyi karakterlerden biri- sığlaştırmak, derinliğini öldürmek hatta romana zarar vermek olur.

     Anna’nın amacı Vronsky’den intikam almak gibi görünür Anna’nın, kıskançlıklarını dile getirdiği kısımlarda ama onun asıl yapmak istediği intikam almaktan ibaret değildir. Ölerek hem kendi mutsuzluğundan kurtulacak hem de Vronsky’nin üzülüp onu tekrar sevmesini, yüreğindeki aşkın yeniden canlanmasını sağlayacaktır.

     Tolstoy’un kitabın daha en başında vurguladığı sözler, mum üzerinden anlattıkları okuyucuyu Anna’nın intihar ettiği bölümünde en doyurucu şekilde tatmin eder bence. Anna’nın yolculuğunun başladığı tren istasyonunda gördüğü, trenin altında kalan adamın, onun zihninde nasıl da yer edindiğini daha iyi anlarız. Anna trene yaklaşıp hangi vagondan sonra atlayacağının hesabını yaparken trenin rayların üzerinden geçerken çıkardığı sesi duyarız o satırları okurken. Anna ve Vronsky’nin gördükleri kabuslar, anlamlarına kavuşup gerçeklik payı kazanmaktadır bu satırlarda. Anna tanrıyı anımsar ve bu huşunun getirdiği duygu ile suya atlar gibi sakinlik içinde kendini rayların üzerine bırakırken beni de gözyaşlarına boğar.

     Anna hayatına son verdiği için romandaki yolculuğu bitiremez, Tolstoy ise Levin’e tekrar döner ve olay örgüsüne onun üzerinden devam ederek. Benim fikrimi soracak olursanız, Anna’dan sonra olay örgüsü biter ve kitabın kalanında Anna’nın ölümünden sonra Vronsky dışındaki karakterlerin, nasıl da umarsızca mutluluklarının devam ettiği anlatılır. Kitabın en sonunda Levin’in hayata ve Kiti ile yaptığı evliliğe dair düşünceleri, mutluluğu içindeki tanrısal aşkla bulması ile son bulur.

     Hikâyenin temelini oluşturan Anna Karenina’yı yaratırken Lev Tolstoy’un, Puşkin’in büyük kızı Maria Gartung’dan ilham aldığı rivayet edilir. Karakterinin benim için önemine gelecek olursam, karakterin beni en az roman kadar etkilediğini itiraf etmeliyim. Bu yüzden, yazımı bitirirken Anna Karenina’yı kendi kalemimle tasvir etmek isterim:

     “Leylak renginin güzelliğine güzellik katacağı düşünülebilirdi ya da yakutu andıran bir kırmızının onu bir mücevherden bile daha değerli kılabileceği… O ise diğer insanların aksine çevresine aldırış etmemeyi bildiği için kendisine yakıştırdığı rengi giymeyi severdi. Giydiği siyah elbiseler onun ilk bakışta göze çarpan zârafetini daha da belirgin hâle getiriyordu. Elbiselerin omuzlarını açıkta bırakması, teninin hoşluğunu ortaya çıkarıyor, beyaz tenine dökülen siyah, bukleli saçları ona eşine ancak değerli tablolarda rastlanabilecek bir estetik katıyordu.

     İnsanın içinde orkidenin taç yaprakları kadar hoş duygular uyandıran süt beyazlığındaki teni, sadece İngiliz porselenlerin sahip olabileceği incelikteki bir zârafeti taşıyordu.

    Belli belirsiz bir gülümsemeyle kaplanan güzel yüzünde, pembenin yumuşak bir tonunu yakalayan dudakları porselenin üzerindeki gül gibiydi.

    İlk bakışta, insanı rehavete çağıran bir hali vardı yüzüne düşen simsiyah buklelerin arasında kendini gösteren yeşil gözlerinin. Gözkapaklarının her başkaldırışında neredeyse kaşlarına dek uzanan uzun kirpiklerinin gölgesi altında kalan bu gözler, karanlığın tam orta yerinden bir ışık huzmesi gibi süzülüyordu. Öfkeye kapıldığı anlarda ise gecenin karasına karışan siyah bir kedinin gözleri gibi parlardı. Sonraları edindiği bir huyla kirpiklerini ise adeta bir kalkan gibi kullanmaya başladı çevresini kuşatan kötülüklere karşı. Belki de ona yapılan kötülükleri görmezden gelmeye çalışmak için kıstığı gözleri, yüreğinde sızlayan acıyı azalttığına inanıyordu. Yine de her bakışı, içinden geçenleri tıpkı bir ayna gibi yansıtıyordu gözlerine. Onu gören, davetkâr baktığı zamanlarda tutkusuna, üzüldüğünde ise içindeki trajediye şahit oluyordu.

    Kâh sönmeyen bir neşe, kâh dindirilemeyen bir acı taşıyordu ruhunda ve hissettiği ne olursa olsun daima dik durmayı bilirdi. Günah işlediğini düşündüğü zamanlarda bile insanlardan çekinmek yerine, vakur bir duruş sergiliyordu. Istırabın damlaları ruhuna akarken o, kadehinden cesaret yudumluyordu sanki… Aşkı hissettiği zamanlarda, o duygunun yüreğini öyle doldurmasına izin verdi ki annelik duygusunu yitirdiğinden bile endişe etti. Bazen gözü hiçbir şey görmezdi, bazen de öyle dikkatli bakardı ki zihninde beliren imgelerdeki ayrıntılarla kalbinden aklına doğru bir yol çizerdi.

    Çok âşık olduğunu hissettiğinde yüreğinin ağırlığını taşımanın çok güç olduğunu anladı ve bir hastalık gibi onu içten içe kemiren kıskançlık duygusu onu intikam almaya ittiği için geri dönüşü olmayan bir yolda kendini kaybetti.”

Çok Işıltılı, Çok Kırılgan Edie Sedgwick

Edie_Sedgwick

Bağımsız Amerikan tarihinin yazılmasında önemli rol oynayan  Sedgwick ailesinin biricik kızıydı. New York’un ihtişamını yansıtan lüks tarzıyla göz doldururdu. Yaşadığı zaman diliminde Manhattan’ın en bilindik yüzlerinden biriydi, adı glam stiliyle özdeşleşmişti.

Edie Sedgwick tam bir parti kızı olarak bilinirdi. Pop art akımına ilham veren tarzı herkeste hayranlık uyandırırdı. İlk bakışta bir parti kızını andırsa da içten içe çok kırılgandı. Ailesi zengin olmasına karşın Edie’nin hayatı bir peri masalından oldukça uzaktı, aksine bir kabus denilebilirdi. Edie’ye kırılganlığını veren asıl nedendi ailesi. Babası, kardeşi Minty’e tecavüz etmişti, ardından Minty intihara sürüklenmişti. Ölen kardeşinin yasını tutarken Edie de defalarca tecavüze uğramış, hatta bu yüzden akıl hastanesine yatırılmıştı. Yaşadığı tüm bu trajedilerin ardından, çok geçmeden anorexia hastalığına yakalanmıştı.

Ünlü pop art sanatçısı Andy Warhol ile tanıştığında onu babası yerine koymak istedi. Bu yüzden Warhol’a hayranlığın ötesinde büyük bir sevgi duyardı, babasından göremediği sevgiyi onda arıyordu. Ama Warhol da en az Edie’nin babası kadar hasta ruhlu bir adamdı. Tüm güzelliğine ve masumiyetine rağmen Edie’yi fabrikasına sürükledi. Fabrika, görünürde Andy Warhol’un keşfettiği yüzlerle çalıştığı atölyesiydi. Ekonomik sorunu olmayan güzel kadınlar ve yakışlı erkekler, Warhol’un sanatının bir parçası olmak üzere orada bulunuyorlardı. İşin iç yüzüne bakıldığında ise fabrikada çalışanlar sanat adı altında çalışarak bolca anfetamin türevi ilaçlar eşliğinde eğleniyorlardı. Genç Edie, çok geçmeden Andy Warhol’un fabrikasında yerini aldı ve oynadığı kısa filmler sayesinde üne kavuştu. Kısa sürede tüm dünyanın gözdesi haline geldi ama dönemin uyuşturucu furyasından  duramadı.

Edie için Andy bir baba figürüydü ancak Andy, Edie’yi asla sahip olamayacağı bir kadın olarak görüyordu. Edie’yi bir star haline getiren Andy, onu harcamaktan geri kalmıyordu. Dönemin ünlü şarkıcısı Bob Dylan, Edie’yle bir aşk yaşamaya başladığında Andy onu kaybetmeye başladığını anlamıştı. Bob Dylan, Edie’den bir seçim yapmasını istedi, çünkü Andy’nin Edie’yi bir çıkmaza sürüklediğini görebiliyordu. Bob, Edie’nin daha fazla zarar görmesini istemiyordu, ancak Edie seçimini Andy’den yana yaptı ve böylelikle hayatını değiştirecek bir karar almış oldu.

Hayatının kalanını uyuşturucu, seks ve başka bağımlılıklarıyla mücadele etmeye çalışarak geçirdi. Son yıllarında hayatla bağını koparmıştı, senelerce hastaneye yatıp çıktı. Sonunda, bir iyileşme belirtisi olarak klinikte tanıştığı Michael Post ile evlendi. Henüz üç buçuk aylık evliyken gittikleri bir defilede konuklardan birinin eroinman suçlamasıyla karşılaştı. O gece kocası Edie’yi sakinleştirmek için ona reçeteli ilaçlarında verdi ama sabah olduğunda Edie’nin aşırı doz alarak intihar ettiği anlaşıldı.

Yaraları çocukluğundan geliyordu, özgürlüğüne kavuştuğunda yabancı olduğu dış dünyaya karşı korumasızdı. Sevgi nedir bilmiyordu, sevgiyi aradığı herkesten zarar gördü. Saflığından çıkar elde eden insanlar tarafından sömürüldü, spot ışıkların ve şöhretin kurbanı oldu. Popüler kültür onu geri dönüşü olmayan bir yola sürükledi, masumiyetini şırıngaların ucunda kaybetti. Hızla yükselip altmışlı yılların şöhreti haline gelen ama bir anda düşmeye başlayan Edie için hayat sona ermişti. Edie, daha yirmi sekiz yaşındayken hayata veda etti. Marilyn Monroe gibi popüler kültür tarafından bugün bize aşılanan bir simge değil, glam stili denilince akıllara gelen ilk kişidir Edie Sedgwick. Ona kitapçılarda, restaurant ve café duvarlarında rastlamayız ama bugün bile hayranları vardır, onun dünyasına kapılan ya da yaşam tarzına imrenen gençler arasında efsanesi hala yaşar.

”60’larda bir kişi, beni tanıdıklarım arasında gelmiş geçmiş herkesten daha fazla büyüledi. Ve yaşadığım büyülenme muhtemelen bir tür aşka çok yakındı.” Andy Warhol